"YİRMİBİRİNCİ YÜZYILDA ŞEHİR TİYATROLARI" İÇİN BİLDİRİ / BEKLAN ALGAN

Sayın meslektaşlar,

İŞTİSAN'ın düzenlemiş olduğu bu kurultay İBŞT'nin 81 yıllık varlığı içinde çok önemli bir değişim başlatmış bulunmaktadır.

Bildirilerdeki görüş ve tasarılar kurumumuzun ileriye dönük idari ve sanatsal yapılanması için yer yer yeterli ve işlevsel olmayabilir. Biliyoruz ki, dünyadaki tüm ödenekli tiyatrolar son 10 yıl içinde yeniden yapılanma ve yeni kimlik kazanma krizine kendi toplumsal ve kültürel gerçekleri ışığında yeni çözümler aramaktadırlar. Hızla değişen dünyamızda bu arayışlar kaçınılmazdır.

Bugün burada ilk kez topluca kendi mesleğimizi ve bize bu olanağı vermek amacıyla kurulmuş tiyatromuzun geleceğe dönük çağdaş sorunsallarını görüşmek ve irdelemek üzere toplanmış bulunuyoruz.

İBŞT 81 yıllık özgün varoluş süreci içinde böylesi bir beraberlik çağrısını ilk kez yapmaktadır. O nedenle tarihsel bir dönüşümü varetmiştir.

Bu aşamada yalnız mesleğimizle ve içinde bulunduğumuz kurumla değil, öncelikle kendimizle de hesaplaşma sorunsalı yaşamaktayız.

Bu eylemin geleceğe yönelik çalışmaları bizlerin bilinç ve sorumluluğunda olup, esas çalışmaların kurultay sonuç bildirgesinden sonra başlayacağı inancındayım. Yoksa çoğu kurultaylarda görüldüğü gibi, en soylu öneri ve istemler bile dosyalarda unutulmaya mahkum olacaktır.

TİYATRO SANATINDA DİLİN İŞLEVİ / Uğurtan ATAKAN

Sayın Şehir Tiyatroları çalışanları,

Tümümüzün bildiği gibi dil düşüncenin kalıbıdır. Duyguyu, düşünüyü ve düşünceyi dil yansıtır. Dilin, anlatımı doğru sunmaması o dilin bilinçli kullanılmasında sorun yaratır. Bizler de bu sorunu kesinlikle aşma çabasındayız.

Dilimizin özleştirme eylemi, tiyatro oyuncusunun da, yönetmeninin de ve tüm çalışanlarının da en önemli amacıdır.

Türkçemiz, çeşitli yayın organları ve bilinçsiz bakış açısıyla yozlaşma belirtileri göstermektedir.

Tecimsel (ticari) kuruluşların ve zaman zaman basın-yayının da dilimize (Türkçemize) özen göstermemesi üzüntü kaynağıdır.

Vurgunun, tonlamanın, ses diziminin (Fonetik), söz diziminin (sentaks) doğru oluşturulamaması, sorunun bir başka boyutudur.

Kısaca belirttiğim saptamamdan sonra, tiyatro sanatçılarına bence çok önemli görevler düşmektedir.

Oyuncu dil öğretmenidir. Bu göreviyle izleyicisine, toplumuna doğruyu, güzeli-duyusalı (estetiği) vermek zorunluluğundadır.

Yozlaşmanın getirdiği olumsuzlukları bizler, gösterdiğimiz özenle yok edebiliriz.

Dilimize özen gösterme çabası oyuncu, yönetmen dayanışması ile önemli bir noktaya ulaşacaktır.

Türkçemiz, izleyicilerle yapılacak tartışmalarla eğitim-öğretim iletişimini getirecektir. Özellikle çocuk oyunları; yaş kümesi gereği, yarınların bilinçli düşünen, dile saygısı olan kuşağın yetişmesinde yadsınamaz bir adımdır.

Çocuk, genç, yetişkin izleyicilerimize vereceğimiz dil bilinci inanıyorum tümümüzün ilkesidir.

Sayın Şehir Tiyatrolular, dil konusunda dayanışma içerisinde ortak bir düşünceyi paylaşıyoruz.

İnsanı, insana, insanla ve insanca anlatan Görsel ve İşitsel bir sanat dalı olan “tiyatro”, sonsuza kadar var olsun.

Tümünüze saygı ve sevgilerimi sunarım.

BİR OYUNCUNUN, YÖNETMEN KAVRAMINA BAKIŞI / Uğurtan ATAKAN

 Tiyatro sanatında yönetmenin işlevini tümümüz bilmekteyiz.

Bu kapsam içerisinde, yönetmen; Türkçenin tüm özelliklerinin bilincindedir. Tiyatro sanatının işlevini bilir.

Tin bilimi (psikoloji), toplum bilimi (sosyoloji) çok iyi tanır.

Duyarlıdır, insana saygılıdır. Çağını ve yaşamı irdeleme bilincine sahiptir.

Oyuncuyu, oyunculuğu çok iyi tanır. Yönetmen kendine duyduğu saygıyı, oyuncusuna da göstermek zorundadır.

Ürettiğine ve yönettiğine sorumluluğu vardır.

Görsel ve işitsel sanatların güzel duyusal (estetik) yapısını irdeleme birikimindedir.

Yönetmen, bu kapsam içerisinde nicel ve nitel anlamda tiyatro sanatında önemli bir boyuttur.

Saygılar sunarım.

ÖDENEKLİ TİYATROLARDA REPERTUAR OLUŞTURMA ÜZERİNE DÜŞÜNCELER / Ayşın CANDAN

Bilindiği gibi ülkemizde demokrasinin her darbe yiyişinde bunun etkileri kültür sanat ve düşün yaşamına yansır. 1981’den bu yana ödenekli tiyatroların repertuarlarında önemli bir çöküş izlendi.

Ödenekli tiyatrolar, ülkemizde benzersiz bir konumdalar: çok sahneli, çok kadrolu, çok sorunlu. Dünyanın hiçbir yerinde bu dev yapıda devlet ya da şehir tiyatroları yok. Bizdekiler cumhuriyetin ilk dönem devletçiliğinden arta kalmış anıtlar gibi duruyor.

Ödenekli bir tiyatro, hizmet vermesi gerekenlere, yani seyircisine repertuar ile ulaşır. Tiyatro bu konumda toplumu ilerletici, uyarıcı, yaratıcı süreçten pay verici bir işlev üstlenmek zorundadır. (Yani gerçek sanat ne işleve sahipse onu üstlenmelidir). Kesin olan şudur: ödenekli tiyatroların repertuarlarının keyfi düşüncelerle oluşturulamayacağı.

Şehir Tiyatrosu’nda 1980’li yılların geriletici repertuar anlayışı Amerikanvari bir hazır-eğlence programı uyguladı. Yönetmeni, mise-en-scene’i, bestesi ile “paket” sahneleme olarak gelen müzikaller gördük. Çevrelerinde kopartılan reklam fırtınasının ardında bana kalırsa çok da can sıkıcılardı. Tiyatro adına her şey yapılabilir, tiyatro sanatının sınırları zorlanabilir ama Şehir Tiyatrosu kar amacı güden bir Broadway prodüksiyon kurumu olarak düşünülemez.

Geriye bakmaktansa durumu onarıp ileriye yönelmenin zamanı. Tiyatromuz 1981’den bu yana repertuar açısından ciddi hasar gördü. Buna karşılık olağanüstü olumlu bir yandaşımız var. O da seyircimiz. Dünyanın hiçbir yerinde İstanbul’da olan genç seyirci potansiyeli yok. Geçenlerde Danimarkalı bir tiyatro yöneticisi ile birkaç oyun izledim. Danimarkalı, seyircimizi imrenerek izliyordu.

Öte yandan bu avantaj, tiyatro yapanlara ek bir sorumluluk yüklüyor. Gençlere “iyi, doğru, ve güzel”i ve içinde yaşadıkları bu baskıcı toplumda kendilerini bir parça olsun özgür ve yaratıcı duyabilecekleri bir tiyatro sunmak zorundayız.

Çağdaş tiyatro yapılacaksa mutlaka seyircinin katılımcılığına ödün vermeli, yaratıcılıktan üretken pay alması sağlanmalıdır. Çünkü sanatta eski ve yeninin arasındaki tek ve gerçek ayrım bu nıktada yatıyor. Yirmi birinci yüzyıl tiyatrosu, seyirciyi etkin kılmak zorunda.

Tiyatronun eğitici olması gerektiğini düşünmüyorum. “Ahlak mektebi” olmasını da düşünmüyorum. Tiyatro, insanlara özgürlük yaşatmalı, yaratıcılıklarını uyarmalı.

Bu doğrultuda oyun seçimi için bazı ilke önerilerimi sıralıyorum:

  1. Oyunları yaratıcılık ve katılımcılık yüreklendirme ölçütüne göre seçelim ya da yaratalım.
  2. Karşıtlıklardan, fikir ayrılıklarından korkmayalım. En çok uyumlu olmaktan ve otosansürden korkalım.
  3. Türk oyunlarına öncelik tanıyalım. Oyuncularımız en iyi oyunlarını Türk karakterleri canlandırırken sergiliyor. Seyirci en sıcak tepkiyi Türk oyunlarına gösteriyor. Yazarlardan hazır ürün beklemeksizin yazar-dramaturglarla yürekli denemelere girişelim. Bu konuda alınacak rizikoya destek verebilen bir seyrici var.
  4. Shakespeare, Sophokles, Goldoni ve Calderon unutuldu. Bu yazarları ezberden bir kültür anlayışı adına değil ama gerçekten görkemli oyun olanakları sundukları için özlüyorum. Bu konuda Muhsin Ertuğrul’un gerisine düşmekteyiz.
  5. 1950-60’lı yılların Amerikan yazarlarını bir süre unutalım. Fransızları da unutabiliriz. Bu dönemin oyunları, artık aşılmakta olan bir yazar tiyatrosu anlayışı yansıtıyor ve biçimsel olarak bugüne hiçbir şey söylemiyor.

Son önerim: geçen yılın fuaye oyunlarından vaz geçmeyelim. Oradan çıkan ilginç çalışmalara ve yeni yönetmen yetiştirmeye ihtiyacımız var.

TİYATROMUZUN KONUMU, İŞLEVİ VE SANAT POLİTİKASI / Tarık GÜNERSEL

Bundan 2500 yıl önce Yunanistan’da matematikçi Anaksagoras’ı hapse tıkmışlar. Acaba niçin? “Güneş Yunanistan’dan büyük” dediği için. “Sen vatanımıza hakaret ediyorsun!” diye suçlamışlar. Tarihteki bu olayı her düşünüşümde hem gülümserim hem de “nedense” hüzünlenirim.

Değerli katılımcılar, tiyatromuzda verdiği emekle sanata, İstanbul’a, toplumumuza, dolayısıyla dünyaya katkıda aziz arkadaşlarım, bilim bizi sık sık kendimizi yeniden tanımlamaya davete der. Sanat da öyledir. Özellikle tiyatro bir yüzleşme sanatıdır; insanı kendisiyle yüzleşmeye davet ve mecbur eder. Zaten ancak bunu yapabilen piyesler birer klasik olur; ancak seyirciye hayattaki konumuyla işlevini sorgulatan, hayatın sonsuz çeşitliliğine bakışı zenginleştiren tiyatro kurumları ciddiye alınabilir. Ancak bakış zenginleşirse adımlar yerinde saymaz, yeni alanlar açabilir.

Bu kurultay bizi kendimize bakmaya davet ediyor. Bizi kendimizle yüzleşmeye davet ediyor. Tiyatro sanatına önem verdiğim için, kendimize saygı duyduğum için buradayım.

Gerçeklere uymayan resmi tezler mutlaka çöker. Anti demokratik ülkelerde resmi tezler, resmi görüşler, okul kitaplarındaki resmi yalanlar bir gün mutlaka traji-komik birer hatıra olurlar.

Öte yandan, susarak da yalan söylenebilir. Her ülkenin tarihinde öyle durumlar olur ki susmak yalan söylemekle eşanlamlıdır.

Türkiye toplumu kimlik buhranı yaşayan buluğ çağında bir toplum. Hem eski hem de yeni ve sürekli yenilenen bir toplum. Ve pek çok sancı yaşıyoruz. Neden? Çünkü bazı temel resmi tezler toplumumuzun tarih ve kültür boyutlarıyla bağdaşmıyor. Nice Anaksagoras’ı hapse tıktıktan sonra, nihayet ite kak demokratikleşme sürecindeyiz. Umarım bu süreçte devam edebiliriz. Bu beni hem yurttaş olarak hem de tiyatrocu olarak, özellikle de oyun yazarı olarak ilgilendiriyor.

Türkiye toplumu kendisiyle yüzleşiyor. Birbirimiz tanımaya başladık. Kendimizi tanımaya başladık. Hem kıvanç, hem de acı veren yanlarıyla geçmişimizle yüzleşmeye başladık. Olumlu bir süreç. Şüphesiz sancılı, nama olumlu. Anneler de yaratıcı sanatçılar da iyi bilir. Doğum da sancılı olur, genellikle.

Demokratikleşme ülkemizde daha zengin bir tiyatro hayatının oluşması için şart. Öte yandan, demokratikleşmeye katkıda bulunmak tiyatro sanatına düşen temel görevler arasında. Bu sürece hem eserlerle, olumlu prodüksiyonlarla, hem de bu kurultay gibi adımlarla katkıda bulunabiliriz, demokrasi kültürümüzü geliştirebiliriz.

Şikayet kültüründen eleştiri ve katkı kültürüne geçme mücadelesi veriyoruz Türkiye’de. Bu kuurltay olumlu bir örnek. Umarım tiyatromuzun bünyesinde daha düzenli ve daha kapsamlı bir iletişimin başlangıcı olur, bu iki gün.

Değerli tiyatro adamı Barba geçen yıl Tiyatro Araştırma Laboratuarı sayesinde konuğumuzken, bize her tiyatro grubunun kendi seyircisini seçmesi gerektiğini vurgulamıştı. Heterojen bir toplumda aynı oyun veya “performans” ile toplumun bütününe ve hatta çoğunluğuna hitap etmek kolay değil. Cemaat yok, artık -veya, olduğu yerlerde de, nispeten küçük cemaatler var. Kapitalizm ile demokratikleşme bireysel farkları arttıran birer unsur. Tiyatromuz hem kurumsal bütünlüğünü korumalı hem de İstanbul’daki sosyo-kültürel çeşitliliği dikkate almalı, kanımca. Bu ise kendi içimizdeki bir çeşitliliğin kabülünü gerektirir. Hem popüler olabilecek prodüksiyonlar hem de öncü ve mecburen az kişiye hitap eden çalışmalar önemli.

Ülkemizde yanlış olan bazı resmi tezlerin varlığından söz etmiştim. Gerek devlet tiyatrolarımızda gerekse kendi tiyatromuzda yanlış bulduğum bir eğilim var. Türkçe konusunda. Sanırım bunda konservatuarlarımıza hakim olan zihniyetin rolü var. Hem Türkçeye hem de tiyatro sanatına önem veren bir yazar olarak değiniyorum bu konuya. Tiyatro sanatının hayatla ilişkisi sanırım önemli. Sahnelerimizde genellikle resmi bir Türkçe kullanılıyor. Bu cümleyi sarf ettiğim için beni zihninde Anaksagoras gibi hapsedecek arkadaşlar olmamasını dilerim. Dil konusunda titiz olduğum kanısındayım. Nitekim sahneden kulağıma gelen her çeviri yanlışı, her ifade bozukluğu beni çok üzüyor. Ama “doğru Türkçe” ile “hayattan uzak kalmış ve sırıtan Türkçe” arasında fark olduğu kanısında olanlarla beraberim.

Hepinize saygılarımı sunarım.

ŞEHİR TİYATROSUNUN SANAT POLİTİKA / Erhan ÖZÇELİK

Tiyatro; sokaktan gelip sokağa geri dönen bir sanattır. Sokaksa sürekli bir devinim içindedir. Yerinde durmaz. Yüzü sürekli yenilenir. Sokakta, yaşayan bir şeyler vardır. Hele İBŞT’nin sanatsal arenası olan İstanbul kenti bu devinimin yüksek doruklarını yaşayan bir kenttir. Sokaklarında, meydanlarında değerler sürekli yer değiştirir.

Böylesine devingen bir kentin tiyatrosunun konumu nasıl olmalıdır? İşlevi ne olmalıdır? Nasıl bir sanat politikası sürdürmeli, uygulamalıdır?

Yaşamda aslolan, yaşayan, varlığın türüdür. Bizler de insan olduğumuza göre bizim yaşamımızı belirleyen ölçü insanidir. İnsani olmalıdır. Yani yaşamak bir zorunluluktur insan için. İstanbul Şehir Tiyatroları kendi kentinin sokaklarına çıkmalıdır. Orada kendi insanıyla çarpışmalıdır. Bir yerleri acımalıdır. İnsanına tepeden bakmak yerine onun yüreğini hissetmeye çabalamalıdır. Ulaşım sorunları, İstanbul’un kültürel kimliğinin güzel sanatlara uzak olması, ekonomik şartlar gibi sorunların nasıl çözümleneceğinin yolları aranmalıdır. İnsanın insanla bütünleşmesi, insanın insana sarılması gerçekleşmelidir. Bunun dışında yapılacak olan bütün düzenlemeler insanı insana yaklaştırmaya, sanatın, tiyatronun insana, insanın da sanata ulaşmasına engel olacaktır.

Düşünülmesi gereken şey bu koşulların nasıl iyileştirileceğidir. Bu iyileşme içinde sanatsal olgunluk, sanatın yapılanması gibi, sanatçının sanatını ileriye taşıyabilmesi gibi çözümleri de beraberinde getirecektir. Yine sözünü ettiğimiz bu olası iyileşme İBŞT’nin konumunu da belirleyecektir. Bu konum insanımızın tiyatroya ilgisinin yoğunlaştığı, tiyatronun gerçekten vazgeçilmez bir yaşamsal ihtiyaç olduğu bilincinin yerleşmesiyle mümkündür.

Bunun içinde ilk yapılması gereken şey, bu ilginin nasıl gerçekleşebileceğini araştırılmak olmalıdır. İBŞT olanaklarını bu yöne nasıl aktarabilir? Fabrikalara, okullara, evlere mi gidilir bunun için? Yoksa medya mı… bu konuda harekete geçirilir? Tıpkı birkaç sayfasının futbola ayrıldığı gibi en az bir sayfasını tiyatro sanatına ayırabilir mi gazeteler? TV’ler futbol kritiği yaptıkları onlarca futbol programlarının hiç değilse yarısı kadar bir zamanı tiyatro kritikleri için ayırabilirler mi?

Sanat politikaları insanların gerçek yaşamlarından çıktıklarına göre yukarıdaki söylem sanat politikamızın ne olması gerektiğine birazcık da olsa ışık tutar. Burada önemli olan sanatın halkın önünde/yanında olduğu gerçeğidir. Yaklaşımımız sokak olunca; orada, insanların gözleri, yürekleri, adımları vardır. Sanatın sözlerini de sokaklarda aramalıdır. Kendini kalın kapıların ardındaki pembe saraya kilitlemiş olan birkaç kişinin dışında sanat halkla paylaşılamaz olur. Bütün sanatların içinde insana en yakın sanat alanı olan tiyatro bu kilitlemenin acısını en çok çeken sanat olacaktır.

İBŞT’nin sanat politikası bu anlamda yeni bir yapılanmaya gitmelidir. Bütün bu, sokak/sanat, insan/sanat duyarlılığının oluşabileceği bir politik yapılanma gereklidir. Çünkü, İstanbul’un sosyo-ekonomik ve kültürel yapısı giderek tükenmekte, yerini daha yoz bir kültür almaktadır. Tiyatro kendini bu yoz kültürün kucağına bırakmadan, onun çizgisini takip etmeden ama halkıyla arasında sıcaklığı da sürekli artırarak yeni sanatsal arayışlara girmelidir. Yeni oyunlar üretilmesine ön ayak olunması gereklidir. Oyun yazarı yetişmesi ve yazılanların değerlendirilmesi tiyatronun yapılanmasında önemli bir rol oynayacaktır.

Bütün bunlar zaten sanatın kendi gelişim evresi içinde bulunmaktadır. Yalnızca bir kenara itilmişlik, kolaya kaçma, basit düşünme gibi insan beyninin üretimini aşağıya çeken nedenlerdir söz konusu. Bu nedenler yok edilmelidir.

Bir de evrensel olmak söz konusudur. Sokağında gezinmeyen sanat evrensel olamaz. Evrensellik sokağa inmekle mümkün olabilir ancak.

Bugün Türk düşünürü halkından çok kopuktur. Sanatçı da aynı durumdadır. Üretilen sanat yalnızca elit bir kesime hizmet etmektedir. Yazarlar, başka yazarların beğenisi için, oyuncular başka oyuncuların beğenisi için çalışmaktadır. Bunun nedeni ise sokaktan kopmuş olmalarıdır. Orada ne düşünüldüğünden, nasıl yüründüğünden haberi yoktur. Var olan, yürümeleri gereken sokakları bırakıp kendilerine ait yeni sokaklar oluşturmuşlar ve bu sokağa halk çıkamamıştır. Halkı kendi sokaklarında yürütmeyi becerememişlerdir.

Tiyatrolar bu yüzden belirli merkezlere toplanmıştır. Oysa halkın buralara gelmesi için kentin hem sosyal hem de kültürel alt yapısı oluşturulamamıştır. Pendik, Kartal, Bostancı, Ümraniye, Esenyurt, Güngören gibi varoşlar ya da kentin kıyı semtlerinde hiç değilse ivedi sonuç almak açısından var olan ve atıl durumda bulunan mekânlar vardır. Bu mekânlar tiyatronun biraz daha sokağa inmesini, biraz daha seyirciyle yüzleşmesini sağlayacak durumdadır.

Yeni bir sanatsal dil, sanatsal bir aydınlık yaratmak mümkündür.

Sanatın sanatçı insana getirdiği bir takım özgürlükler ve kısıtlamalar vardır. Bu sanatçı insanın farklılığıdır. Sanatçı duyarlılığı dediğimiz şey, içinde çok geniş bir alan bulundurur. Bir sanatçının ya da sanat işçisinin duyarlılığı o sanatçının sanatını uyguladığı esnada ortaya çıkmaz yalnızca. Çünkü sanatçı, bütün benliği ile sanatçıdır. Dolayısıyla da bu duyarlılık yükümlülüğünü önce kendisi gibi temel haklara sahip insanlara taşımak zorundadır. Bu sanatçının yaratım sürecini kapsayan zor bir yükümlülüktür. Böyle bir yükümlülüğün altında sanatçı, halkının acısını, sevincini, karamsarlığını kısacası her şeyini duyabilecektir. Bu o sanatçının sezgi ve anlayış, kavrama ve davranış yeteneğine bağlıdır. Sanatçı olmanın ön koşuludur bu…

KUKLA ARAŞTIRMALARI ATÖLYESİ / Cengiz ÖZEK

Dünyadaki ilk inanış biçimlerinden biri Şamanizmdir. Şamanizm inanışına göre, ölen kişinin çeşitli malzemelerden kuklaları yapılır ve evin bir köşesine yerleştirilir. Evde yenilen içilen her şeyden ona da ikram edilirdi. Mezarlıkların başında kukla benzeri figürler takılırdı. Ayrıca ölen kişilerin ayaklarının taban derileri yüzülerek (Tibet’te) kuklaları yapılırdı. Bu kuklalarla, ataların ruhuyla ilişkiye geçilirdi.

Türklerin de ilk inanış biçimleri Şamanizmdi. Ve bu inanış formunun etkisiyle, zamanla ortaya birçok kukla türü çıktı. Ne yazık ki zamanla bu kukla türleri kitapları süsler hale geldi. Bu kadar zengin kukla geleneğine sahipken, bugün kukla çeşitlerini araştıran bir enstitümüz, bu araştırmaların sergilendiği bir müzemiz ve düzenli gösteriler yapan bir tiyatromuz bile yok.

Kaybolan kukla türlerini araştıran, eldekileri muhafaza edip geliştiren, yeni sanatçıların yetişmesine önderlik eden, geleneksel oyun türleriyle modern oyunlar hazırlayan Kukla Araştırmaları Atölyesi (bir müze, enstitü) oluşturmak, hem Türk hem de dünya kültürüne katkıda bulunacaktır.

Amaç:

Türk kukla ve gölge oyunu sanatlarını yurt içinde ve yurt dışında diğer milletlerin kukla ve gölge oyunlarını da ülkemizde tanıtarak, bu sanatların araştırılması, geliştirilmesi, korunmasını ve yaşatılmasını sağlamaktır.

Görev ve Faaliyetleri:

  1. Kukla Araştırmaları Atölyesi; UNIMA (Dünya Kukla Birliği) Genel Merkezi, bu birliğe bağlı diğer ülkelerin merkezleriyle temas kurar ve işbirliği yapar.
  2. Ülkemizdeki kukla ve gölge oyunu faaliyetlerini dış ülkelerde, diğer ülkelerdeki kukla ve gölge oyunu faaliyetlerini de ülkemizde tanıtır.
  3. Mahalli, milli ve milletlerarası kongre, seminer ve sempozyum, konferans, panel, yarışma, şenlik, sergi ve festival gibi faaliyetleri düzenler.
  4. Konuyla ilgili yayımlar yapar, bu sanatları TV, radyo, film, video vb. araçlarla belgeler, tanıtır.
  5. Kukla ve gölge oyunu sanatıyla ilgili eserleri, malzemeleri, müziği ve çeşitli dökümanları arşivler, koleksiyonlar meydana getirerek ilgililerin ve sanatçıların yararlanmalarını sağlar.
  6. Kukla ve gölge oyunu sanatıyla ilgili yayımlar, malzemeler ve çeşitli dökümanların, diğer milletlerin aynı amaçlar için faaliyet gösteren kuruluşları ile değişimini yaparak ortak faydalanmaya açar.
  7. Kukla ve gölge oyunu sanatçılarına yardımcı olur. Bu sanatların araştırılmasını, geliştirilmesini, korunmasını ve yaygınlaştırılmasını sağlamak için ilgili kurum ve kuruluşlarla temaslarda bulunur. Ortak çalışmalar yapar.
  8. Kukla ve gölge oyunu sanatıyla ilgili çeşitli eğitim çalışmaları düzenler.
  9. Geleneksel tiyatronun diğer dallarında da faaliyetlerde bulunur.

DRAMATURG VE TÜRKÇEMİZ / Ersan UYSAL

Merhaba!

Kurultayı oluşturan tiyatrocu dostlarımı, sevgi ve saygıyla kucaklıyorum.

21. Yüzyılın İstanbul Şehir Tiyatroları ana başlığı ile özetlenen böylesi bilimsel bir kurultay düzenlediği için İŞTİSAN’ı candan kutluyorum. Bu kurultayın sonuçları, yalnız Şehir Tiyatrosu’na değil, Türk tiyatrosuna da yarar sağlayacak inancındayım.

Benim üzerinde durmak istediğim konu, öncelikle dramaturji birimi, dramaturji ve dramaturgların konumu.

Sırayı sondan başlatacak olursak, dramaturgların ne olması değil ne olmaması gerektiğini irdelememiz sağlıklı olur:

  1. Dramaturg oyun yazarı olmamalı,
  2. Dramaturg oyun çevirmemeli,
  3. Dramaturg sahneye koyucu olmamalı ya da bunu düşlememeli,
  4. Dramaturg sahne tasarımcısı ya da kostüm tasarımcısı olmamalı,
  5. Dramaturg sahne ışığı yönetmemeli…
  6. Dramaturg sahneye çıkmamalı…

Dramaturg bence görünmez kahramandır, bir sanat bilgesidir.

Yukarıda olmamalı diye sıraladığımız konuları çok iyi özümlemeli, ancak uygulamaya kalkmamalı.

Bir dramaturgun sahip olması gereken nitelikleri işte bunlardır.

Ayrıca bir dramaturg en az bir yabancı dili, anadili kadar iyi bilmeli, araştırmacı, incelemeci olmalı…

Son günlerde aydın kesimin yoğunlaştığı konuya gelmiş olduk: Türkçemiz…

Aslında yalnız sahne üzerinde değil, özel yaşamımızda, uyanık olduğumuz sürece konuştuğumuz, okuduğumuz, işittiğimiz Türkçe yaşayan Türkçe olmalı. Yalnız bu Türkçe, bazı tutucu çevrelerin sahiplendiği yaşayan Türkçe değildir.

Dil devrimini gerçekleştiren, Atatürk’ün kurduğu, ancak 12 Eylül cuntasının kapattığı, O’nun “vasiyetini ve miras hakkını” çiğnediği, üyelerini kapının önüne koyarak, emir komuta zinciri altında bir devlet dairesi haline getirdiği Türk Dil Kurumu’nun çalışmaları yadsınamaz.

Elinde bir yasa gücü olmadığı halde, dilde arılaşmayı, durulaşmayı büyük ölçüde gerçekleştiren, bugünlerde çalışmalarını Dil Derneği adı altında sürdüren Türk Dil Kurumu’na, saygıyla şapka çıkarıyorum.

Dilde arılaşmaya karşı çıkanların varlığını da yadsıyamayız.

Onlara göre bu arılaştırma, “ifadeyi fakirleştiriyor”muş.

Oysa bugün sakınca, çoktan mahzurun yerini aldı. Olanak, imkânı çoktan sildi belleklerden.

Bir de tutturmuşlar “şapkamızı geri istiyoruz!”…

Şapka dedikleri, bazı yabancı sözcüklerin bazı heceleri üzerine konulan, o heceyi inceltmeyi ya da uzatmayı öngören (^) işaret.

Oysa o şapkayı kimsenin kaldırdığı yok. Türk Dil Kurumu’nun çıkardığı sözlükte bile açıklaması var.

O tür sözcüklerin öldüğüne inanmak istemiyorlar. O sözcükler benim için birer Zombi… Kendileri de unuttukları için yanlış kullanıyor ya da öğretiyorlar.

Söz gelimi katil sözcüğündeki (A) harfinin üzerinde uzatma işareti yoktur. Ama Kaatil diye uzatılır.

Anlı şanlı haber sunucuları bile katil zanlısı diyebiliyorlar. Oysa deyimin aslı katil zanlısı’dır. Kısa (“a”) ile okunur. Öldürmekten sanık anlamına gelir. Öbür türlü söyleyince, öldüren zanlısı diye bir saçmalık çıkar ortaya.

Şöyle bir söylence vardır, bilirsiniz: Bir zamanlar yeryüzünde tüm insanlar, aynı dili konuşurken, gökyüzünde olduğunu varsaydıkları tanrıya ulaşmak için bir kule yapmaya karar verirler. Ünlü Babil Kulesi’dir bu. Yükseldikçe tanrıyı, sözde, bir endişedir alır. Ya kendisine ulaşırlarsa (!) Hemen kullarının dillerini değiştirir. Artık birbirini anlayamayan insanlar, kuleyi bitiremezler.

Bu söylenceden payımıza düşen nedir? İnsanlar, birlikte üretemesinler diye ayrı dilden mi konuşmalıdırlar?

En azından ben böyle bir sonuca vardım. Ancak bundan, karşı düşünceye karşıyız anlamı çıkartılmasın. Düşünceye saygımız sonsuz.

Ne var ki, “bir sanat bilgesi” olarak nitelediğimiz dramaturglar yazarın ya da çevirmenin diline dokunmasınlar.

Dramaturji birimi, ilk dramaturji çalışmalarını, bence kendi aralarında yapmalı.

Yani dramaturglar, kesin yargı organı olmamalı.

Hazırlanan ortak raporu inceleyen yetkili ya da yetkililer, oyunun oynanıp oynanmamasına karar vermeli.

Ayrıca, dünya tiyatro yazınını tarayarak, aylık bültenler çıkarıp, sanatçı ve tiyatro çalışanlarını aydınlatmalı.

Sözünü ettiğim düşüncelerimin yaşama geçirileceği inancındayım.

Saygılar sunarım.